Kadınlar, LGBTİ+’lar, mülteciler ve dijital haklar... İnsan hakları mücadelesinin son 10 yılında öne çıkan alanlar

2020’ye girerken, Arap ülkelerindeki isyanlardan küresel protesto hareketlerine, nefret siyasetinin yeniden ortaya çıkışından kitlesel veri kullanımı ve gözetim teknolojilerine ilişkin kaygılara kadar 2010’lar boyunca haklarımız için mücadele ettiğimiz konuların bazılarına bir göz atalım:

Şeytanlaştırma politikaları

2010’ların en kaygı verici eğilimlerinden biri; mülteciler ve sığınmacılar, dinsel ve etnik azınlıklar, kadınlar ve LGBTİ+’lar da dahil olmak üzere toplumda en çok dışlanan grupların bazılarını şeytanlaştıran söylem ve politikaların yükselişe geçmesi oldu.

Myanmar’da Arakanlılara yapılan zulmün, Çin’de Uygurların toplu gözaltı kamplarına kapatılmasının ve Uganda’da eşcinsel ilişkiye girenlere ölüm cezası getirilmesini öngören yasa tasarısının ortak noktası budur. Şeytanlaştırma politikaları Güney Afrika’da göçmenlere yönelik yabancı düşmanı saldırıları körükledi ve ABD’nin sığınmacı aileleri zorla birbirinden ayırma politikasının ardındaki itici güç oldu. Ayrıca, bu politikalar, Avrupa’da mültecilere yardım eden kişilerin giderek daha sert bir biçimde suçlu haline getirilmesinde de rol oynadı.

Tüm kıtalardaki siyasi liderler eşitsizlik, yolsuzluk, işsizlik ve ekonomik zorluklar gibi gerçek sorunlarla mücadele etmek yerine azınlık grupları günah keçisi haline getirerek, sosyal ve ekonomik sorunlardan azınlıkları sorumlu tutuyor, azınlıklar hakkında yalan haberler yayıyor ve bu gruplara karşı ayrımcılığı, düşmanlığı ve şiddeti körüklüyor.

Sosyal medya platformları, nefret içeren bu görüşlerin çoğunlukla denetimsiz bir şekilde çoğalmasını mümkün kıldı. Fakat bu nefret ortamı, dünyanın dört bir yanındaki aktivistleri harekete geçirdi. İnsan haklarımız için mücadele etmek şimdi her zamankinden daha önemli.

İklim acil durumu

Geçtiğimiz on yıl, bugüne kadarki en sıcak on yıl olabilir. Bu da günümüzde insan haklarına yönelik en büyük tehditlerden biri olan iklim acil durumunun bir diğer kaygı verici işaretidir.

Afrika’da uzun süreli kuralıktan Güneydoğu Asya ve Karayipler’de yıkıcı tropik fırtınalara ve Avrupa’da rekor sıcaklıklara yol açan ısı dalgalarına kadar dünyanın dört bir yanında milyonlarca kişi halihazırda iklim değişikliğininetkileri nedeniyle ızdırap çekiyor. 

İklim değişikliği gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki, farklı etnik gruplarla sınıflar arasındaki, farklı toplumsal cinsiyet grupları ile kuşaklar ve yerel topluluklar arasındaki eşitsizlikleri derinleştiriyor ve bu durumdan en olumsuz şekilde etkilenenler yine en dezavantajlı gruplar oluyor. Mevcut durumda iklim değişikliği; yaşam, sağlık, gıda, temiz su, barınma ve geçim sağlama haklarımıza zarar veriyor.

Bilimsel araştırmalara göre devletler, dezavantajlı grupların insan haklarını koruma altında tutacak bir geçiş süreci ile mümkün olan en kısa sürede karbon emisyonlarına son vermek için acilen harekete geçmezse, şiddetli hava koşulları daha da sertleşecek. Buna rağmen neredeyse tüm devletler etkili planları uygulamakta yetersiz kalıyor ve başta ABDolmak üzere karbon salınım oranları en yüksek olan devletlerden bazıları gerekli tedbirleri almamakta ısrar ediyor. Üstelik Başkan Trump yönetimindeki ABD, Paris İklim Anlaşması’ndan resmen çıkmak için süreci başlattı. 

Siyasi liderlerimizden hesap sormak için bir araya gelmeye şimdi her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. İsveçli aktivist Greta Thunberg ile arkadaşlarının 2018’de başlattığı Fridays For Future hareketi bize değişimin mümkün olduğunu gösteriyor. Başarısız olma lüksümüz yok.

Kadınlara yönelik şiddet

Kadınlar ve kız çocuklar başta olmak üzere kişileri toplumsal cinsiyet temelli şiddetten korumak için son 10 yılda da her zaman olduğu gibi güçlü bir mücadele verildi. Cinsel şiddet, Kongo Demokratik Cumhuriyeti gibi ülkelerde savaş silahı olarak kullanılmaya devam edildi. Kongo’nun Kuzey Kivu bölgesindeki Walikale kasabasında dört gün içinde 300’ün üzerinde kişi silahlı erkekler tarafından tecavüze uğradı ve buna benzer birçok vaka daha yaşandı. Uluslararası Af Örgütü Irak, Somali, DarfurNijerya ve Güney Sudan gibi diğer çatışma bölgelerinde de tecavüzün korkunç etkilerini belgeledi.

Birçok yerde kadınlara ve kız çocuklara saldıranlar, tam da kamu güvenliğini sağlamakla görevli kişilerdi. Meksika’da kadınlar, ülkenin ‘uyuşturucuyla mücadele’ politikası kapsamında polis ve silahlı güçler tarafından gözaltına ve sorguya alındıklarında tecavüze ve diğer türde şiddete uğradıklarını bildirdi. Kadınların bildirdiği tecavüz ve cinsel şiddet biçimleri arasında cinsel organlarına elektrik şoku verilmesi, göğüslerinin ellenmesi ve nesnelerle tecavüz edilmesi de vardı. Meksika hükümetinin toplumsal cinsiyet temelli şiddete son vermek için etkili adımlar atamaması nedeniyle kadın cinayetleri 2010’lar boyunca büyük ölçüde arttı.

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 7 Nisan 2011’de çığır açıcı bir gelişmeye imza atarak, İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni kabul etti. Uluslararası Af Örgütü, İstanbul Sözleşmesi’nin yazılma sürecine katkıda bulunmuştu. Yakın bir tarihte İsveç ve Yunanistan, rıza olmadan cinsel ilişkinin tecavüz olduğu kabulüne dayalı yasal değişiklikler yaparak, yasalarını bu şekilde değiştiren az sayıda Avrupa ülkesi arasına girdi.

2010’ların en ses getiren kampanyalarından biri olan #MeToo ile milyonlarca kadın cinsel şiddete, tacize ve saldırılara karşı bir araya geldi. #MeToo kampanyası, Hollywood stüdyolarından Nepal’de ve Nijerya’nın kuzeyindeki uzak köylere kadar her yerde değişim yarattı.

Cinsel sağlık ve üreme sağlığı hakları

Son 25 yılda yaklaşık 50 ülke, yasalarında kürtaja erişimi kolaylaştıran değişiklikler yaptı; ancak cinsel sağlık ve üreme sağlığı haklarıyla ilgili tartışmalar sürüyor. Kürtaj yasalarında değişiklik yapılmasını isteyen ve başarıya ulaşan kampanyaların ortak noktası, bedeniyle ilgili karar alma hakkını yüksek sesle talep eden kadınların cesaretiydi. 

Üreme sağlığı hakları her yerde tehlike altına girdi. Polonya’da kürtaja erişimi daha da sınırlandırma çabalarına karşı ülkenin dört bir yanında protestolar gerçekleştirildi. Çok sayıda ABD eyaletinde, kürtajı neredeyse tamamen yasaklayan veya kürtaja erişimi daha da sınırlandıran yasalar çıkartıldı. Başkan Trump’ın “küresel susturma kuralı” (global gag rule) olarak bilinen kürtaj karşıtı yasayı tekrar yürürlüğe koyması, tüm dünyada kadın haklarına büyük bir darbe vurdu. Söz konusu yasa, ABD federal fonlarının ABD dışında kürtaj sevk ve danışmanlığı yapan ya da kürtajın suç olmaktan çıkarılmasını savunan sivil toplum örgütlerine verilmesini engelliyor. Benzer şekilde, ABD yönetiminin, BM üyesi devletlerin desteklediği BM’ye ait üst düzey politika belgelerinden “cinsel sağlık ve üreme sağlığı haklarına” yapılan atıfları çıkarma girişimleri de kadın haklarını olumsuz etkiledi.

İrlanda’dan Güney Kore’ye kadar tüm dünyada aktivistler kişisel hikayelerini paylaşarak, kürtajla ilgili damgalanma ve gizliliğin ortadan kaldırılmasına katkı sağladı. Arjantin ve Polonya’da bir milyonun üzerinde kadın sesini duyurmak için yürüdü. Uluslararası Af Örgütü’nün de aralarında bulunduğu çeşitli grupların yıllardır süren çabaları sayesinde sadece geçen yıl İrlanda’da yasal kürtaj hizmetleri erişime açıldı, Kuzey İrlanda’da ise açılmak üzere. Ayrıca, Arjantin’den başka güzel haberler de geldi. Ülkenin seçilmiş başkanı Aralık 2019’da göreve başladıktan sonra kürtajın yasallaşması için çalışacağına söz verdi.

LGBTİ+ hakları



LGBTİ+ hakları hareketinin her zamankinden daha görünür olduğuna kuşku yok, fakat son on yılda hem olumlu hem de olumsuz gelişmeler yaşandı. LGBTİ+’lar kim oldukları ve kimi sevdikleriyle bağlantılı olarak birçok ülkede halen sokaklarda tacize uğruyor, dövülüyor, gözaltına alınıyor, hatta öldürülüyor.

Rızaya dayalı eşcinsel ilişki 70 ülkede suç ve bu suç için İran, Suudi Arabistan, Sudan ve Yemen’in de aralarında bulunduğu bazı ülkelerde ölüm cezası uygulanıyor. Bazı durumlarda LGBTİ+’lara yönelik düşmanlık, bizzat devletler tarafından kışkırtılıyor. Örneğin Çeçenya’da devletin desteklediği saldırılarda, eşcinsel olduğu varsayılan kişiler kaçırıldı, işkenceye uğradı ve hatta öldürüldü.

Geride bıraktığımız yıl çok önemli bazı adımlar da atıldı. Hindistan’da LGBTİ+ akvitistleri ve dostlarının otuz yıldır sürdürdüğü mücadelede kritik bir eşik aşıldı ve Anayasa Mahkemesi rızaya dayalı eşcinsel ilişkileri suç olmaktan çıkaran bir karar verdi. Tayvan, 17 Mayıs 2019’da çıkardığı tarihi yasa ile Asya’da eşcinsel evlilikleri yasallaştıran ilk ülke oldu. Pakistan ise trans hakları konusunda dünyanın en ilerici yasalarından birini çıkardı ve beyana dayalı cinsiyet kimliği hakkını yasal olarak tanıyan Asya’daki ilk ülke, dünyadaki birkaç ülkeden biri oldu.

Fakat dünyanın her yerinde LGBTİ+’lar halen baskı altına alınıyor, sakat bırakılıyor, öldürülüyor, aşağılanıyor, yakılıyor, hastanelere alınmıyor, dışlanıyor, tecavüze uğruyor ve toplum dışına itiliyor; bu yüzden LGBTİ+ hakları konusunda daha yapılacak çok iş var. Devletler LGBTİ+ haklarını koruma altına almalı ve gerçek veya atanan cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığa son verilmesini sağlamalıdır.

Büyük teknoloji şirketleri ve kişisel verilerin gizliliği

2010’larda, Facebook ve Google gibi kişisel verilerimizi toplayan ve paraya çeviren büyük teknoloji (Big Tech) şirketlerinin yükselişiyle birlikte Orwellyen bir dönüşüm yaşadık. Teknoloji şirketlerinin yükselişi sonucunda milyarlarca kişinin her yerde ve devamlı gözetim altında tutulması, insan haklarımıza yönelik sistemsel bir tehdit oluşturuyor.

2010’ların başında hepimiz sahte bir güven duygusuna kapıldık ve yalnızca birkaç arkadaşımızla olan fotoğraflarımızı paylaştığımızı düşündük; ancak zamanla, paylaştığımız bilgilerin hem bir etki silahı hem de bilgi kirliliği ve çevrimiçi istismar aracı olarak kötüye kullanılabileceği ortaya çıktı. 10 yıl sonra; insanların ilgi alanları, kişisel özellikleri ve bunlara bağlı olarak pazarlama ve reklam karşısındaki tüketici davranışını analiz eden sosyal medya platformları, internet arama motorları, veri brokerları ve teknoloji şirketlerinin oluşturduğu “influence” sektörü, günümüzün en büyük ve en kötücül sosyal tehditlerinden biri haline geldi.

Bugün, dijital hayatlarımız üzerindeki gizli denetimin, kişisel verilerin gizliliği ilkesinin bile ötesinde çok geniş kapsamlı sonuçlar yarattığı bir dünyada yaşıyoruz. Bilgi kirliliği ve manipülasyonun dur durak bilmeyen bir savaş alanı haline gelmiş olması, düşünce ve ifade özgürlüğümüzü ciddi şekilde etkiliyor. Yapılan anketlere göre çok yüksek sayıda kişi, büyük teknoloji şirketlerinin hayatları üzerindeki etkilerinden kaygı duyduğunu; hem kendileri hakkında çok fazla şeyi açığa çıkaran verilerden hem de devlet yetkililerinin onları hedef almak amacıyla kullanabileceği verilerden endişe ettiğini söylüyor.

Büyük teknoloji sektörünün insan hakları açısından ne gibi tehlikeler yarattığını anlamamız hayli zaman aldı. Bunun nedenlerinden biri, sivil toplum ile teknoloji şirketlerinin interneti devlet müdahalesinden, dolayısıyla da yasal düzenlemelerden korumak için geçmişten bugüne işbirliği yapmasıydı. Önemli bir güvenlik tedbiri olan uçtan uca şifreleme, bu durumun tipik bir örneği. Fakat insan haklarına yönelik tehditlerin sadece devletin gözetim ve sansür mekanizmalarından kaynaklandığını düşünmekle, büyük teknolojinin mutlak varlığının yarattığı tehditlerin boyutlarını gözden kaçırdık.

Yeni bir on yıla başlarken devletlere, bizi şirketlerin insan hakları ihlallerinden korumak için gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduklarını hatırlatıyoruz. Uluslararası insan hakları hukukuna uygun bir şekilde verilerin korunması için güçlü yasaları uygulamaya koymak ve büyük teknolojiye yönelik etkili düzenlemeler yapmak, devletlerin yükümlülükleri arasındadır.