Uluslararası Af Örgütü’nün Nobel Barış Ödülü Konuşması

Nobel Barış Ödülü konuşması, 11 Aralık 1977, Uluslararası Af Örgütü adına Mümtaz Soysal 

Nobel Komitesi’nin 1977 Nobel Barış Ödülü’nü Uluslararası Af Örgütü’nün aktif üyeleri ve destekçileri olan 107 ülkeden 168 bin kişiye vermesinden memnuniyet duyuyoruz. Ben bu kişiler adına burada bulunmaktayım.

Barışa önem vermekle insan haklarını geliştirmenin ayrılmaz bir bütün olduğunun kabul edilmesinden memnuniyet duyuyoruz. Barış, konvansiyonel savaş halinde olmamakla tarif edilmez; adaletin temelleri üzerine inşa edilir. Adaletsizliğin olduğu yerde çatışmanın tohumları var demektir. İnsan haklarının ihlal edildiği yerde barışa yönelik tehditler vardır. 

Bu düşünce, uluslararası insan haklarına ilişkin çağdaş felsefenin evriminde merkezi öneme sahiptir. Bu yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki Dünya Savaşı o zamana kadar hayal bile edilemeyecek ölçüde büyük bir yıkım dalgası yarattı. İnsan hayatı kayıpları ve termonükleer savaşla yok edilen insanların gölgesi kaçınılmaz olarak silahlı çatışmaların bir daha yaşanmayacağı yeni bir düzen arayışına yol açtı.

Böylece yeni kurulan Birleşmiş Milletler dikkatini savaşın temel nedenlerini anlamaya ve barışçıl bir toplum inşa etmeye çevirdiğinde, Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi üzerinde çalışmalar başladı. İlk adım, “İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan haysiyetin ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması hususunun, hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olması” düşüncesi ile 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ydi.

Barış amacı ile insanlık onuruna verilen önem arasındaki ayrılmaz ilişki dünya çapındaki katliam sonrasında belki söze yer bırakmayacak ölçüde açık bir şekilde ortaya çıkmış ve bu konuda uzlaşmaya varılmıştı. Ancak adil toplumun barışçıl bir dünyanın ön koşulu olduğuna dayalı bu vizyon zaman içinde zayıfladı. Halbuki bu vizyon kaybedilmemelidir.

Dünyanın dört bir yanında tüm insanlara, keyfi gözaltı ve tutuklama, adil olmayan hapis cezaları, işkence veya siyasi cinayetlerle işlenen insan hakları ihlallerinin dünya barışına tehdit oluşturduğu hatırlatılmalıdır. Her nerede işlenirse işlensin her bir ihlal, insanlık onurunu alçaltıcı bir anlayışı harekete geçirebilir. Böylelikle bireylerden gruplara, gruplardan uluslara, uluslardan ulus gruplarına kadar zincirleme etkiyle şiddet, baskı ve insanlığın esenliğine dair umursamazlık yaygın hale gelir.

Böyle bir durumun yaşanmasına en başından izin verilmemelidir. Bunu durdurmak ise bireysel sorumlulukla başlar. Öyleyse kişilerin özgürce düşünme, kendilerini özgürce ifade etme, başka kişilerle özgürce örgütlenme ve fikirlerini yayma haklarının korunması dünya barışının muhafaza edilmesi için zaruridir. İnsanlık onuruna yakışır sosyal ve ekonomik koşullarda yaşama, çalışma ve eğitim görme hakları da aynı şekilde korunmalıdır.    Ekonomik ve sosyal kalkınmanın nihai amacına ulaşıp ulaşmadığı yalnızca büyüme oranları veya üretim hacmiyle değil esasen kalkınmanın insanlık onuru ve yaşam kalitesi üzerindeki etkisiyle ölçülür. Böyle bir kalkınma modelinin nihai amacı daha özgür, kendisini daha rahatça ifade edebilen ve gerçekleştirebilen, insanlığa rahatça katkıda bulunabilen bireyler yaratmaktır. Hareket etmekte özgür, kendi potansiyeli ile üzerinde yaşadığı toprakların potansiyelinin bilincinde olan kişilerin oluşturduğu topluluklar ister sosyal sınıf, isterse ulus, ulus grubu veya çok uluslu bir yapı aracılığıyla olsun güçlülerin güçsüzler üzerindeki sömürüsünü azaltacaktır. Buna benzer bir sömürü biçimi, yarattığı korkular ve beklentilerle, gerilimler ve suça göz yummalarla birçok çatışmanın temel nedenidir. Bu da demektir ki, insan haklarının bir bütün olarak geliştirilmesi kalıcı bir barışın korunmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Çember bundan da geniş çizilebilir. Milliyetçi tutkuların hüküm sürdüğü bir dünyada etnik azınlıkların hakları da bugünkü birçok gerilimin ve çatışmanın kaynağında yer alıyor. Bir kez daha ifade etmek gerekir ki, azınlıkların insan haklarına itinayla saygı gösterilmesi ve bu hakların hukukun üstünlüğü çerçevesinde yeterli derecede korunması dünya barışının amacına önemli katkıda bulunur.

* * * * *

Uluslararası Af Örgütü’nün edindiği bilgiler, insan haklarının dünyanın her yerinde, belli başlı tüm bölgelerde ve siyasi veya ideolojik bloklarda ihlal edildiğini gösteriyor. İnsan haklarının dünyadaki durumunu bölge bölge, ülke ülke inceleyen Uluslararası Af Örgütü 1977 Raporu’nda tam 117 ülkenin adı geçiyor. Bu ülkelerin birçoğunda ağır insan hakları ihlalleri kaydedildi. Üstelik bu anket resmin tamamını göstermiyor bile. Çünkü hem Uluslararası Af Örgütü’nün insan hakları alanındaki çalışmaları cezaevindeki mahkumlarla sınırlı hem de hareketin tüm ülkelerde yapılması gereken kapsamlı araştırmaları yapabilmek için henüz yeterli kaynağı bulunmuyor.

Kaygı verici olan yalnızca ihlallerin işlendiği ülkelerin sayısı değil. 1977’de bildirilen umut verici gelişmelerin oranı da oldukça az. Bazı ülkelerde kayda değer sayıda düşünce mahkumu serbest bırakıldı fakat dünyanın geri kalanında kötüye giden durum iyi haberleri gölgede bıraktı.

Bazı Latin Amerika ülkelerinde güvenlik güçleri ve paramiliter gruplar, siyasi cinayetler öngören bir politikanın uygulayıcısı olarak kullanıldı. Bu ülkelerde ve dünyanın diğer bölgelerinde adalet sistemi artık uygulamada işlemiyor. Olağanüstü hal yasaları, nesnel standartlara göre olağanüstü bir hal söz konusu olmadığında bile şiddetli baskıları yasallaştırmak için kötüye kullanılıyor.

Birleşmiş Milletler’in her türden işkencenin yasaklanması için 1975’te imzaladığı bildirgeye rağmen devlet eliyle işkence halen korkutucu sayıda ülkede uygulanıyor. Bazı rejimler daha önce ölüm cezası öngörmeyen suçlara da ölüm cezası getirdi ve ölüm cezası özellikle Afrika’da ve Asya’da halen çok yüksek oranlarda uygulanıyor. Bazı devletlerse kırbaçlama veya el kesme gibi cezalar uygulamaya devam ediyor.

Başta Asya ülkeleri olmak üzere birçok ülkede uzun süreli tutukluluk sistemi gelişiyor. Mahkumlar yıllarca cezaevlerindeki kötü koşullarda tutuluyor ve yetkililer mahkumları duruşmaya çıkmak gibi temel bir haktan mahrum ediyor. Bu masum kişilerin beş yıl, on yıl veya daha uzun süreler boyunca özgürlüğünden yoksun bırakılması demektir. Siyasi davaların görüldüğü diğer ülkelerde ise sanıklara gerektiği gibi savunma yapma fırsatı verilmiyor. Bazı vakalarda yasalar İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni ihlal ederek adaletsizliğe bizzat yol açıyor. Yargılama usulleri yalnızca yönetenler lehine işleyecek şekilde düzenleniyor.

Kimileri sözünü ettiğim insan hakları ihlallerinden bir kısmının diğerlerine göre daha vahim olduğunu düşünebilir. Fakat Uluslararası Af Örgütü’nün hükümetleri ya da ülkeleri sıralamak gibi bir amacı olmadığı gibi hiçbir rejimi veya grubu ‘dünyanın en kötüsü’ ilan etmek gibi bir arzusu da yoktur. Zaten böyle bir listeyi istese de yapamaz. Bazı ülkeler hakkında ayrıntılı bilgilerin olmaması kendi başına engel teşkil etmektedir. Buna karşılık Uluslararası Af Örgütü’nün ihlalleri ülke ülke ele alma yaklaşımını önemli yapan unsur, baskı tekniklerinin ve etkilerinin ülkelere göre değişmesidir. Bu farklar yalnızca mağdurların sayısında değil, ihlallerin yöntemi, hedefleri, süresi ve kısa vadeli sonuçlarıyla uzun vadeli sonuçlarında da görülmektedir. Bazı ülkelerde rejimler, paramiliter grupların siyasi aktivistleri kaçırmasına, aktivistlere işkence yapmasına ve onları öldürmesine izin veriyor, bazı ülkelerdeyse mahkumlar yargılanmadan yıllarca cezaevinde tutuluyor. Bazılarında polis merkezlerinde elektrik şoku verilerek insanlara işkence yapılıyor, bazılarındaysa psikolojik yöntemlerle. Bazı cezaevlerinde mahkumların aileleriyle iletişim kurmasına hiçbir şekilde izin verilmiyor, diğerlerindeyse mahkumlar açlıktan ölüyor. Hangi yöntemlerin kategorik olarak diğerlerinden ‘daha iyi’ ya da ‘daha kötü’ olduğuna karar vermeye çalışmanın kesinlikle hiçbir anlamı yoktur. Benzer şekilde, rejimleri sınıflandırmaya ve sıralamaya çalışmak da yanıltıcı olur. Neticede önemli olan insanların polis merkezlerinde veya koğuşlarda ne kadar acı ve ızdırap çektiğidir. Mahkumların yaşadığı acı ve ızdırabın boyutlarıysa dışarıda kalanlarca ölçülemez.

Bugün sadece devletler değil, devletlerin kontrolü dışındaki birtakım siyasi örgütler de insan haklarını ihlal etmektedir. Birbirinden farklı siyasi amaçlar adına insanlar mahkum veya tutsak olarak alıkonulmakta, işkenceler ve infazlar gerçekleştirilmektedir. Bu feci uygulamalar da devletlerin baskıları gibi kabul edilemez.

* * * *

Uluslararası Af Örgütü kuruluşundan bu yana geçen 16 yıldır bu konularla ilgileniyor.

Bugünkü ödül töreni, Uluslararası Af Örgütü’nün düşünce mahkumlarıyla edindiği tecrübelerden yola çıkarak insan hakları üzerine geliştirdiği düşüncelerin bir kısmını paylaşmak için uygun bir fırsat sunuyor. Belirli hususlarda, uluslararası hareketimizin görüş birliğine vardığını görüyoruz. Henüz varsayım veya soru aşamasındaki diğer konularıysa üyelerimiz yeni yeni incelemeye başladı.

Burada dikkat çekmek istediğim konular beş başlıkta toplanıyor.

Birincisi; insan hakları araç değil amaçtır. Uluslararası siyasetin belirlediği dünyada çok uzun zamandır insan haklarını silah gibi kullanma, ülke içindeki kusurları göz ardı etme ve başka yerlerde yaşayan insanları uluslararası güç oyununa alet ederek onları koz olarak kullanma eğilimi var. İnsan haklarının başka bir amaç uğruna araç olarak kullanılması tehlikelidir. İnsan hakları ancak amaç olarak görüldüğünde insan hakları ihlallerine yönelik evrensel, tarafsız ve yapıcı bir yaklaşım geliştirilebilir. Ancak o zaman ister kişinin kendi ülkesinde, isterse dünyanın ücra bir köşesinde olsun, meydana geldiği her yerde insan hakları ihlallerine yeterli ölçüde dikkat edilebilir.

İkincisi; insan hakları bölünmez bir bütündür. Medeni ve siyasal hakları bir yana, ekonomik, sosyal ve kültürel hakları diğer yana koyarak karşı karşıya getirme girişimlerine itiraz edilmelidir. Burada söz konusu edilen çelişki yapay bir çelişkidir, uydurmadır ve insan haklarına tamamıyla yabancı gerekçeler öne sürülerek savunulmaktadır. Her iki kategori de gereklidir. Bu haklar çoğunlukla birbirini tamamlar. Sosyo-ekonomik haklarından yoksun bırakılanlar seslerini duyuramadığında, ihtiyaçlarının karşılanması olasılığı da azalır. Bir kişi bir hakkından yoksun bırakılıyorsa, diğer haklarını elde etme imkanı da genellikle tehlike altına girer. Sosyal ve ekonomik kalkınmaya halkın eksiksiz katılımını sağlamak için eğitim görme hakkı, bilgi edinme ve resmi politikaları tartışmaya açma özgürlüğü gerekir. İnsan zihninin özgürlüğü ile insanlığın esenliği ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlıdır.

Olağanüstü hal düzenlemelerine, önleyici gözaltılara ve sıkıyönetim hukukuna oldukça sık başvurulması; sözde çatışan haklar ve özgürlükler ya da siyasi özgürlük mü, ekonomik kalkınma mı tartışması bağlamında değil, insan haklarının bölünmez bütünlüğü çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bizzat insan haklarını savunma kavramı üzerinden insan hakları ihlallerini gerekçelendirme çabaları son derece yaygın. Kişi hürriyetleri, büyük ‘H’ ile ‘Hürriyet’ adına sınırlandırılıyor. Ülkeler çeşitli özgürlükleri ‘Bağımsızlık’ adına sınırlandırıp bağımsız olduklarını öne sürüyor. Üstelik aynı ülkeler, üzerlerindeki sınırlandırmalara başka isimler verilen ulusların da bağımsız olmadığını iddia ediyor. İnsanlık onuru ve düşünsel özgürlüğün birbirine bağlı hakları bir bütün olarak gerektirdiği, bu hakların eşit derece korunması gerektiği ve bir hakkın ihlalinin dolaylı yoldan tüm hakları zayıflattığı gerçeği sıklıkla görmezden geliniyor. İnsan haklarına yönelik sınırlandırmalar, daha geniş anlamda milli çıkarların söz konusu olduğu ileri sürülerek haklı gösterilmeye çalışılıyor. Tüm bunlar genellikle insan hakları yerleşik çıkarlara tehdit olarak algılandığında insan haklarını bir bütün olarak kasten zayıflatma çabalarının ilk adımlarıdır.

Üçüncüsü; insan hakları somut ve spesifiktir. Tüm hükümetler soyut ve genelleştirilmiş tanımlarla meşgul olma eğiliminde. Bu formülleri tekrarlamak, giderek sorumluluk bilinciyle adım atmanın yerine geçiyor. Birleşmiş Milletler’in 30 yıl önce kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hiç kimsenin işkenceye maruz kalmaması gerektiğini kesin surette belirtmesine rağmen işkence dünyanın dört bir yanında hükümetlerin bilgisi dahilinde, hatta bazen hükümetlerin desteğiyle devam ediyor. Sözle icraat arasındaki bu uyuşmazlık, insan hakları konusunda hukuki bağlayıcılığı olan ve şu an itibariyle bir yıldan uzun süredir yürürlükte olan uluslararası sözleşmelerin uygulamasına bakıldığında daha da açık seçik görülmekte. Bu sözleşmelere taraf olan devletler bile sözleşmeleri ihlal ediyor. Böylesi bir uluslararası ikiyüzlülük, kamuoyunun uluslararası kuruluşlara ve insan hakları bildirgelerine duyduğu saygıyı aşındırma tehlikesi taşımaktadır. Sivil toplumun bir parçası olan insan hakları örgütleri tam da burada, söylemle gerçeğin kesiştiği noktada devreye giriyor. Uğruna mücadele ettikleri başka bir amaçları yok. Devlet salonlarında her zaman hoş karşılanmayabiliyorlar, her yerde popüler olduklarıysa hiç söylenemez. Ama dünya barışının sağlanması için kritik bir görevi yerine getirmeleri gerekiyor.

Evrensel insan haklarının korunması, yerel seviyeden başlayarak ulusal ve uluslararası seviyelere doğru ilerleyen etkin bireysel itiraz ve onarım mekanizmalarının kurulmasını gerektirmektedir. Bağımsız yargının, usul güvencelerinin ve hukuka uygunluğun temin edilmesi için dünya uluslarına halen çok iş düşüyor.

Ancak daha ciddi yetersizliğin uluslararası seviyede yaşandığı görülüyor. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın yazım sürecinde bu konuları her bir üye devletin iç hukuku çerçevesinde koruma altına almayı öngören bir hüküm getirilmişti. Fakat o zaman insan haklarının uluslararası çapta korunacağı düşünülüyordu. Madde 55 ve 56 ile tüm devletler ayrım gözetmeksizin herkesin insan haklarını ve temel özgürlüklerini güvence altına almak için ortak ve bireysel adımlar atmaya söz verdi. Madde 68 ise bir insan hakları komisyonunun kurulması çağrısında bulundu.

1966’da Medeni ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin, Sözleşmeye Ek İhtiyari Protokolün ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin kabul edilmesi üzerine Uluslararası İnsan Hakları Kanunu ortaya çıktı. 1976’da yeter sayıda devletin imzasıyla bu sözleşmeler yürürlüğe girdi. Bu sözleşmelerin ilkinde öngörüldüğü üzere 18 üyeli bir İnsan Hakları Konseyi an itibariyle kurulmuştur. Bağımsız uzmanlardan oluşan bu konsey, etkili bir uluslararası insan hakları mekanizması olmayı vaat etmektedir. Ne yazık ki az sayıda devlet Sözleşmeye Ek İhtiyari Protokolü imzalamıştır ve dolayısıyla İnsan Hakları Konseyi’nin kararlarına tabiidir. Uluslararası Af Örgütü’nün kanaatine göre bu hukuki mekanizmanın güçlendirilmesi, insan hakları için verilen mücadelenin temel unsurlarından biridir.

Dördüncüsü; insan hakları evrenseldir. İnsan hakları herkesin doğuştan sahip olduğu haklardır. Ne bir erkek ne bir kadın ne de bir çocuk bu haklardan muaftır. Bu husus Birleşmiş Milletler’in insan haklarıyla ilgili ilk bildirgesi olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin başlığında vurgulanmıştır. İnsan haklarının evrenselliğinin sonuçları itibariyle ne anlama geldiği halen yeterli ölçüde anlaşılamadı. Bu hususun anlaşılması, uluslararası ilişkilerin temel ilkelerinden biri olan ‘bir devletin iç işlerine müdahale etmeme’ ilkesinin yeniden değerlendirilmesini ve değiştirilmesini sağlayabilir. Bu ilkenin insan hakları alanında tatbik edilmesi, etkili uygulama mekanizmalarının kurulmasının önündeki en büyük engeldir. İnsan haklarını iç işlere karışmama ilkesinin boyunduruğundan kurtarmak için uluslararası yeniden eğitim alanında büyük çaba sarf edilmesi gerekecektir.

İnsanlara sahip oldukları haklarla ve bu hakları korumak üzere oluşturulmuş ulusal mekanizmalarla ilgili farkındalık kazandırılmalıdır. Sıradan yurttaştan devlet görevlisine kadar tüm insanlık, insan haklarının ve bu hakların etkili şekilde korunmasını amaçlayan mekanizmaların herkesin çıkarına olduğunu öğrenmelidir. Bu çıkar, barışçıl bir dünyada özgürce yaşama şeklinde özetlenebilir.

Beşincisi; insan hakları, koruma görevi yalnızca devletlere bırakıldığında koruma altında olmaz. İyi niyetli kişiler her yerde baskılara karşı duyarlı olmalı, baskıları azaltmak ve insan haklarını savunmak için harekete geçmelidir. Sıradan insan fark yaratabilir. Uluslararası Af Örgütü bunu tecrübe etmiştir. Kamuoyu tepkisi güçlü bir silahtır. Haklar bildirgeleri ve hukuki mekanizmalar elbette önemlidir; fakat bir kişinin bir başkası için, bir grubun diğer bir grup için, bir ulusun diğer bir ulus için kaygı duyması daha da önemlidir. Kamuoyunun bir konuya aktif bir şekilde ilgi göstermesi her yerde işe yarar. Ancak kamuoyu ilgisi hiçbir yerde bir kişinin baskıcı bir rejim, korkan bir toplum ve onarım sağlayabilecek kadar yeterli olmayan bir uluslararası mekanizma karşısında çaresiz kaldığındaki kadar hayati önemde olamaz.

* * * *

Uluslararası Af Örgütü, kişilerin birbirlerinin esenliğine dair taşıdıkları işte bu sorumluluk duygusu temelinde kuruldu. Herkesin fikir sahibi olma ve fikirlerini ifade etme özgürlüğünün güvence altına alınması için çalışan duyarlı kişilerin oluşturduğu uluslararası bir hareket kurma fikrinden yola çıktı. Haksız yere gözaltına alınan kişilerin çektiği eziyetlerle karşılaşıp, diğer insanlara uluslararası kamuoyunun dikkatini bu konuya çevirmek için birlikte çalışma, somut adımlar atma, zulüm karşısında bir başına olmaktan gelen güçsüzlük duygusuna son verme ve insanlar söz konusu olduğunda tüm engelleri aşma çağrısında bulunan bir adamın öfkesiyle başladı.

1961’de dünya basınında Af Çağrısı olarak başlayan hareket bugün hala genç ve büyümekte olan bir harekettir. Amaçlarıysa aynı şekilde devam ediyor:

Şiddete başvurmamak ve şiddeti savunmamak kaydıyla siyasi, dini veya vicdani diğer türde kanaatleri, etnik aidiyeti, cinsel kimliği, ten rengi veya dili nedeniyle hapsedilen, gözaltına alınan veya hakları sınırlandırılan kişilerin derhal ve koşulsuz olarak serbest bırakılması için çalışmak. Bu kişilere “düşünce mahkumu” adı veriliyor.

Tüm siyasi mahkumların makul sürede adil bir şekilde yargılanması için çalışmak.

Mahkumlar veya gözaltında tutulan ya da hakları sınırlandırılan kişiler hakkında işkence veya diğer türde zalimane, insanlık dışı ya da alçaltıcı muamele veya cezalandırma kararları verilmesine ve uygulanmasına son vermeye çalışmak.

Ölüm cezasının kaldırılması için çalışmak.

Uluslararası Af Örgütü’nün yaptığı en temel iş, insanların siyasi veya dini kanaatleri nedeniyle ya da ırk, dil veya cinsiyet kimliği temelli ayrımcılık sonucunda hapsedildiği tüm toplumlardaki mağdurlara dikkat çekmektir. İlgili meseleler veya fikirler bize ait değildir. Bizim için önemli olan o kimliğe sahip olma, o inancı taşıma ve o görüşü ifade etme hakkıdır. Belirli bir siyasi partiye veya gruba mensup oldukları veya olmadıkları için; sosyal değişim talep ettikleri veya etmedikleri için; düşüncelerini açıkladıkları veya sessiz kaldıkları için ya da rejim değiştiği veya değişmediği için cezaevinde tutulan insanlar var.

Bilinen her bir isme karşılık bilinmeyen sayısız isim var: Gizli soruşturma merkezlerinde, aşırı kalabalık cezaevlerinde, ücra adalardaki çalışma kamplarında tutulan ve kimliği bilinmeyen düşünce mahkumları. Annelerinin tutulduğu cezaevlerinde doğup büyüyen gençler; yakınlarını gözaltına almak isteyen devlet görevlilerince kaçırılan ve esir tutulan çocuklar; her kesimden keyfi şekilde gözaltına alınan ve tutuklanan işçiler, köylüler, avukatlar, gazeteciler ve profesörler var. Onlar arasında insanlığın hayal gücüne ifade kazandıran ressamlar, aktörler ve aktrisler, film yapımcıları ve dansçılar, müzisyenler ve şairler var.

Uluslararası Af Örgütü, cezaevi incelemelerinde kaygı verici sayıda işkence vakasıyla karşılaştı. Uluslararası Af Örgütü’nün 1975’teki İşkence Raporu, 60’tan fazla ülkedeki işkence iddialarını ve kanıtlarını yayımladı. Üstelik bu vakaların üçte birinden fazlasında, işkence uygulamasının siyasal sistemin idari, sistematik ve temel bir parçası olduğu haklı bir şekilde söylenebilir.

İşkence mağdurlarının birçoğu hayatta. Bazılarının vücut bütünlüğü bozulmuş veya sakat bırakılmış. Bazılarıysa uzun süreli psikolojik rahatsızlıklar yaşıyor. Ölenlerin sayısı, polis merkezlerinde ‘açıklanamayan’ intiharlar sonucunda ölenler, sorgu sırasında pencereden düşüp ölenler veya naaşları hiçbir zaman ailelerine teslim edilmeyenlerin sayısına ekleniyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün düşünce mahkumları için yürüttüğü çalışmalar ve İşkenceye Son Kampanyası, ölüm cezasıyla mücadelede sergilediği çabalarından daha iyi biliniyor. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yaşam hakkını tasdikler ve hiç kimsenin zalimane, insanlık dışı veya alçaltıcı cezalandırmaya maruz kalmaması gerektiğini belirtir. Uluslararası Af Örgütü de geri dönüşü olmadığı, suçsuz insanlara uygulanabileceği ve caydırıcı tek ceza olmadığı için ölüm cezasına karşı çıkmaktadır.

Son yıllarda zorla kaybetmelerde ve adil yargılama, hatta herhangi bir yargılama olmaksızın gerçekleştirilen infazlarda kaygı verici bir artış yaşanıyor. Bu artış özellikle askeri rejimlerde ve devlet dışı güçlerin resmi izinle ya da izinsiz hareket ettiği yerlerde görülüyor. Uluslararası Af Örgütü gittikçe artan bir sıklıkla insanların aniden kaybolduğuna, ilgili ülkelerde çeşitli fraksiyonların insanlara gizlice işkence ettiğine veya insanları öldürdüğüne ve bu uygulamaların neredeyse kontrol dışı boyutlara ulaştığına ilişkin bilgiler ediniyor.Uluslararası Af Örgütü, devletlerin hem ölüm cezasını uygulamayı sürdürmesi hem de yargısız infazlar işlemesi veya bunlara hoşgörü göstermesi karşısında, ölüm cezasının tüm dünyada tamamen ortadan kaldırılması amacıyla bir çalışma programı başlattı. Bu kapsamda hemen bu hafta sonu Stockholm’de ölüm cezasıyla ilgili ilk küresel konferansını düzenliyor.

Siyasi kararlarla verilen hapis cezaları, işkence ve ölüm cezası, Uluslararası Af Örgütü’nün kuruluşundan bu yana geçen 16 yıldır mücadele ettiği konuların başında geliyor. Ayrıca, bu süre içinde buna benzer adaletsizliklerin gelecekte yaşanmasını engellemenin yapıcı yollarını bulmak için çalıştık. Programımızı büyük ölçüde uluslararası bir sivil toplum örgütünde iş birliği yapmak üzere bir araya gelen ve ücret almadan emek veren kişilerle ve küçük gruplarla yürütmekteyiz. Hareketimizin merkezinde üye ve aktivist gruplarımız yer alıyor ve dünyanın dört bir yanında 2bin üye ve aktivist grubumuz bulunuyor. Uluslararası toplumun istisnasız herkesin temel insan haklarının korunmasına atfettiği önemi kişisel düzlemde ifade etmek gibi hayati bir görevi de tamamen gönüllülerden oluşan bu gruplar yerine getiriyor.

Fazla söze gerek yok, önümüzde bizi bekleyen çok önemli işler var.

* * * *

Uluslararası Af Örgütü’nün ironilerinden biri şu: Dünyadaki bütün baskıcı güçlerin bizi tanımasına rağmen özgürlüğü için mücadele ettiğimiz birçok düşünce mahkumu ‘Uluslararası Af Örgütü’ adını hiç duymamış olabiliyor. Birçoğunun arkadaşlarıyla ve aileleriyle iletişimi kesilmiş durumda. Yurtdışından onlara ulaşmak isteyenler engelleniyor. Pek çok durumda yalnızca isimlerini ve çok az ayrıntıyı biliyoruz. Bazen nerede olduklarını tespit etmek bile mümkün olmayabiliyor.

Genellikle üyelerimizin ifade ettiği diğer bir ironiyse zaman zaman destek olmaya çalıştıkları mahkumların onlara, onların mahkumlara kazandırdığından daha fazla şey kazandırması. Cesareti, insanlık onurunun ve özgürlüğün değerini, insan ruhunun sağlamlığını öğreniyoruz onlardan.

Bu nedenle son sözlerimizi bir düşünce mahkumuna bırakmalıyız.

Bir süre önce şu an hayatta olmayan bir düşünce mahkumu cezaevinden bir mektup göndermeyi başarmıştı. O mektupta şunlar yazıyordu:

 “Bize imreniyorlar. Hepimize

imrenecekler.

Çünkü bir dönemi insanca yaşamak

bir ömrü insanca tamamlamak imrenilecek

ama çok zor bir şeydir. 

Birazdan karanlık çökecek 

ve koğuşun kapılarını kapatacaklar. 

Yalnız hissediyorum.

Hayır, değilim! Tüm insanlıkla beraberim.

Ve tüm insanlık benimle beraber.”