Geçici Bir Gündemin Davası: Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri Neden Tutuklanmıştı?
Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi 22 sanığın, TMK (Terörle Mücadele Kanunu) Madde 7/2’de düzenlenen “terör örgütü propagandası yapmak” (PKK/KCK terör örgütü) suçu kapsamında yargılandıkları davanın ikinci duruşması 3 Ekim günü İstanbul 32. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.
Davayı, ifade ve barışçıl toplanma özgürlüğünün keyfi şekilde kısıtlanmaması, engellenmemesi ve etkin bir şekilde kullanılmasının sağlanması ve bu amaç doğrultusunda, uluslararası sözleşme ve Anayasa’dan doğan Devlet’e ait yükümlülüklerin yerine getirilmesi taleplerimizle birlikte takip ediyoruz.
Öğrenciler neden tutuklandı?
İlk duruşmanın sonunda tutuklu olan öğrencilerin tümünün adli kontrol şartıyla tahliye edilmesine karar verilmişti. Tahliyeden sonra öğrencilerin yol kenarında, aileleri tarafından zorlukla ulaşılabilecek bir yere bırakıldıkları görüntüler, bu tahliye kararının bir lütuf olarak görüldüğünü düşündürdü. Oysa dosyadaki tutukluluk gerekçeleri zaten istisna olması gereken bir koruma tedbiri olan tutukluluğun, bu dosya bakımından yasal koşullarının hiç oluşmadığını gösteriyordu.
İstanbul 32. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen iddianamede; “atılı suçun vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durumu, olaya ilişkin düzenlenen tutanaklar, görüntü inceleme ve tespit tutanakları hep birlikte değerlendirildiğinde kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren müşahhas deliller bulunması, tutuklu kalınan süre, sanıkların eylemlerinin sübuta ermesi halinde sanıklara verilmesi muhtemel ceza veya güvenlik tedbiri ile tutuklama tedbirinin ölçülü olması, sanıklar üzerinde adli kontrol hükümleriyle yeterli ve etkili hukuksal denetim sağlanamayacak oluşu dikkate alınarak… sanıkların CMK 100 ve devamı maddeleri gereğince tutukluluk halinin devamı” şeklindeki kopyala-yapıştır tutuklama gerekçesi yer alıyordu.
Bu haliyle bireyselleştirilmemiş ve tüm sanıklar bakımından aynı nedenleri içeren bir gerekçeyle tutukluluk halinin devamına karar verilmişti. Soyut, basmakalıp ve ayrıntıdan uzak gerekçelerle kişilerin tutukluluğuna hükmedilmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve AYM içtihadında, AİHS madde 5 ve Anayasa Madde 19 ile korunan "kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının" ihlali olarak kabul edilmektedir.
Sonradan dosyaya eklenen 8 sanık ve ilk duruşmada tahliye edilen 22 sanık ile birlikte dosya kapsamında yargılanan öğrenci sayısı 30’a ulaştı.
Duruşma başlarken sıklıkla görüldüğü üzere, Mahkeme salonunun kapasitesi izleyiciler, avukatlar ve sanıklar için yetersizdi. Bu sefer ender bir görüntü olarak, bir kısım sanıkların da duruşmaya ayakta katılmak zorunda kaldığı görüldü. Bir önceki duruşmadaki yoğun güvenlik yerine, bu kez salondaki birkaç sivil polisin varlığı, davaya olan yaklaşımdaki ibre değişikliği olarak okunabilir.
Gerçekten de Afrin harekatının önemi ve gündem niteliği zayıfladıkça, bu davaya olan ilgi de hem Mahkeme düzeyinde hem de esasen kamuda görünür, fark edilir ölçüde azaldı. Bu durum, davanın toplumsal muhalefeti bastırmak açısından bir araç olarak kullanıldığını düşündürüyor.
Bu da yeni bir eğilim değil. Davaların politik yönünden bahsederken, sıklıkla karşımıza çıkan ve hatta belki de bizzat yetkililer tarafından dile getirilen “sembolik tutuklamalar” ifadesiyle örtüşen bir görüntü. Politik gündem ve “hassasiyetler” doğrultusunda, toplumsal muhalefeti temsil eden ifadenin kriminalize edilmesi, gündem değiştiğinde davaların da kişilerin de unutulması yargının, siyaseten araçsallaştırılmasına bir örnek olarak verilebilir. .
Bir diğer önemli nokta da Mahkeme heyetindeki değişiklikti. 6 Haziran tarihli ilk duruşmadan bu yana, Mahkeme üyelerinden birinin yeni Heyet Başkanı olduğu ve Heyet’e yeni bir üyenin geldiği görüldü.
Ve duruşma, davaya eklenen yeni sanıkların savunmalarının alınmasıyla başladı.
Bir önceki duruşmada, savunmalar sırasında sıklıkla vurgu yapılan karşı tarafın dağıttığı lokumun masadan düşürülmesi, tekrar, bu duruşmada da konu edildi. Bu soru “Katliamın, işgalin lokumu olmaz” sloganıyla eşleştirilmeye çalışıldı. Tamamı ifade özgürlüğü içerisinde kalan söylemler, bu haliyle “terör örgütü propagandası” suçuyla ilişkilendirilmeye çalışılıyor.
Bu tartışmanın önceki duruşmada, sanık öğrencilerin avukatları tarafından, davanın esası bakımından hukuka uygun bir tartışma olmadığı; zira Türk Ceza Kanunu’nda veya Terörle Mücadele Kanunu’nda bu yönde bir düzenleme olmadığı ve “lokum dağıtmanın veya dağıtılan lokumu masadan düşürmenin” dava konusu suçun unsurlarından biri olarak değerlendirilemeyeceği açıkça dile getirilmişti.
Gerçekten de öğrencilerin yargılandığı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/2. Maddesinin ilk cümlesi;
“Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
düzenlemesini içeriyor.
Bu anlamda, lokumun, lokum dağıtmanın veya dağıtılan lokumu düşürmenin herhangi bir terör örgütüyle ve bu örgütün cebir, şiddet, tehdit içeren yöntemlerini meşru göstermek veya övmekle birleştirilmesinin, bu suçun her koşulda herhangi biri için, hiçbir delile ihtiyaç duymadan konu edilebileceği tehlikesini ortaya koyuyor.
Aynı şekilde, öğrencilerin savunması alınırken, onları, görüşlerini açıklamaya zorlayan, bir şekilde “nabız ölçen” bir savunma alma usulü de ceza yargılaması ilkelerine uygun değildir. Örneğin, “Afrin’de yağma yapıldığını düşünüyorum” diyen bir öğrenciye, Mahkeme Başkanı’nın “yağma kimin tarafından yapılıyor TSK mı?” sorusu ve öğrencinin: “ÖSO tarafından” yanıtını verdiği diyalog, aslında yine suçun unsurlarının oluşup oluşmadığını ölçmek bakımından elverişli değildir. Nitekim bir kişinin birbiriyle çelişen görüşlere sahip olma özgürlüğü olduğu kadar, Devlet veya toplumun bir kesimi tarafından rahatsız edici bulunan görüşlere sahip olma özgürlüğü de bu hakkın özüdür. Hakkın özüne dokunulması ise, Anayasa veya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uyarınca mevcut olan sınırlama ölçütleri içinde değildir.
Düşünce-ifade hürriyeti AİHM içtihadı ve AYM kararlarıyla da çokça ortaya konulduğu üzere “rahatsız edici, kabul edilmeyen….” görüşleri de kapsar. Siyasi eleştiride özgürlüğünü sınırı, ifade özgürlüğünün tüm türleri arasında çok daha geniştir.
Bir terör örgütünün propagandasını yapmak için, madde metninde de açıkça yazdığı üzere; o örgütün, cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterme, övme gerekmektedir. Bununla birlikte sırf kabul edilebilir bulunan görüş dışındaki bir başka görüşü savunmak veya eleştirmek, bir terör örgütünün propagandası olarak kabul edilemez.
İşkence ve kötü muamele şikayetlerinde Mahkeme’nin perspektifi: “Önümüzde gerçekleşmedi, suç ihbarını Savcılığa yöneltin.”
Duruşmada 8 sanığın da savunmaları tamamlandıktan sonra, müdafiler söz aldı ve taleplerini ilettiler. Bu sırada müdafilerden biri daha önceki duruşmada da detaylarıyla aktartılan gözaltında işkence ve kötü muamele iddiasını hatırlattı.
Mahkeme, bir önceki duruşmada, aktarılan bu iddialara dair bir suç duyurusunu kabul etmemiş, bunu da işkence ve kötü muamelenin "kendi önlerinde" gerçekleşmediği ile gerekçelendirmişti. Bu kez de Mahkeme heyetindeki değişikliklere rağmen, Heyet Başkanı, olayın Mahkeme’nin gözü önünde cereyan etmediğini, bu nedenle, eğer bu konuda bir suç duyurusu gerçekleştirilecekse, bunun, kişiler veya vekilleri tarafından delillerin sunularak Savcılığa yöneltilmesi gerektiği yönündeki görüşü tekrarladı.
Ancak burada şu soruyu sormak gerekiyor: Eğer bu dava, bir ailenin fertleri arasında açılmış olsaydı ve bu davada ailenin kız çocuğu, babasının kendisine tecavüz ettiğini iddia etseydi acaba Mahkeme yine bunu haricen gerçekleştirilmesi gereken bir ihbarın konusu olarak görecek miydi? Bu durumda Mahkeme’nin zorunlu olarak Savcılığa ihbarda bulunması gerekecekti.
Diğer yandan, Mahkeme’nin kendi önüne gelen olayla ilgili ayrıntıları araştırma yükümlülüğünün olduğu göz ardı edilmemeli. Eğer sanık öğrenciler gözaltı sırasında işkence ve kötü muameleye uğradılarsa -ki bu konuda doğrudan, açık anlatımları ve darp raporlarının mevcut olduğu biliniyor- bu durumda, ifadenin yasak sorgu yöntemleriyle alındığı kabul edilecek ve bu ifadenin de esas alınmaması beklenecektir.
Davadaki sanıkların öğrenci olmaları bir başka önemli hak ihlaline daha neden oluyor.
Örneğin, bu duruşmada bir öğrencinin yurtdışında doktora programına kabul edilmesine rağmen, havaalanında pasaportunun iptal edildiğini öğrendiğini, bu nedenle yurtdışı çıkışı yapamadığını ve doktora programındaki hakkını kaybettiği aktarıldı.
Sanık öğrenci bu nedenle Mahkeme’den bu durumun değiştirilmesi için bir yazı yazılmasını talep ettiyse de, Mahkeme, bu işlemin İçişleri Bakanlığı yetkisiyle ve Emniyet tarafından yapıldığını, dolayısıyla kendilerinin müdahale edemeyecekleri bir süreç olduğunu söyleyerek talebi kabul etmedi.
Bu şekilde, ifade ve barışçıl toplanma özgürlükleri yanında, Anayasa Madde 42 ile güvence altına alınan eğitim hakkı da bu dava bakımından bir diğer ihlal alanı olarak ortaya çıkmış oluyor.
Sonuç olarak halihazırda kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı, adil yargılanma hakkı, ifade ve barışçıl toplanma özgürlükleri ve eğitim hakkı gibi temel hakların ihlal edildiği bir görünümün var olduğu bu dosyada, davanın sona erdirilmesi ve öğrencilerin beraatı kararı, Devlet’in Anayasa ve AİHS gereği insan haklarına saygı, koruma ve ihlal halinde giderim yükümlülükleri açısından tek yol olarak görünüyor.
Av. Duygu Türemez
Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi
Dava Gözlem Program Sorumlusu
Blog
- İnsanlığın geleceğini güvence altına almak için küresel olarak harekete geçmeliyiz
- 2024’ün ilk yarısında elde edilen insan hakları kazanımları
- Gazze'de acil bir ateşkes, uluslararası toplumun kendisini yeniden yaratması için bir zorunluluktur
- “Temas kurmak, güvenli alanlar yaratmak ve varoluşumuzu kutlamak için Trans Onur Yürüyüşü’ne ihtiyacımız var”
- Oyun Fransa için değişmiyor: Paris Olimpiyatları ve sporda başörtüsü yasağı
- Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın Yeri Galatasaray Meydanı’dır!
- Bölünmez Bütünün Bölünmez Bütün Mücadelesi
- İşgal Altındaki Filistin Topraklarında İsrail’in Apartheid Rejimi