Artan Mülteci Nüfusu Karşısında Uluslararası Toplumun İnsan Hakları Krizi Devam Ediyor

 

Uluslararası Af Örgütü, 'Birleşmiş Milletler Dünya İnsani Zirvesi' öncesi Rosa Luxemburg Vakfı desteğiyle 13-14 Mayıs tarihlerinde İstanbul'da, ‘Uluslararası Toplum ve Mülteciler: Sorumluluklar, İmkanlar, İnsan Hakları İhlalleri’ başlıklı uluslararası bir konferans düzenledi. Konuyla ilgili uzmanlar, akademisyenler ve sivil toplum örgütü temsilcilerinin sunumlar yaptığı konferansa yaklaşık 500 kişi katıldı.

Dört oturumdan oluşan konferansın ilk oturumunda mültecilerin yoğun olarak yaşadığı farklı ülkelerdeki durum tartışıldı.

"Bölgedeki Mültecilerin Durumu" başlıklı ilk oturumda, Suriye, Afganistan, Irak ve Afrika ülkelerindeki insan hakları ihlalleri ve şiddet olayları son yıllarda artarak devam ettiği vurgulandı. Yapılan sunumlarda, 2011 yılından bu yana Suriye’de devam eden iç savaşın yıkıcı sonuçlarından en çok siviller etkilendiği,  milyonlarca Suriyelinin hem ülke içinde yerinden edildiği hem de komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldığı söylendi. Suriye’deki silahsız ayaklanmanın zamanla etnik, dini, mezhep eksenli bir iç savaşa dönüştüğünü belirten konuşmacılar, Suriye ordusu ile savaşan silahlı gruplar IŞİD benzeri silahlı yapıların ortaya çıkması ile de iç savaşın çok aktörlü bir boyut aldığını savundu.

Oturumun bu bölümünde, Suriye içinde çatışmalı ortam nedeni ile yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği, on binlerce mültecinin ise sınır geçişlerinde yaralandığı, hayatını kaybettiği anlatıldı. Tarihteki en büyük mülteci nüfusu ile karşı karşıya olunan bu dönemde, Ürdün, Lübnan, Irak gibi Suriyeli mültecilerin yaşadığı ülkelerdeki kötü koşulların mültecileri Avrupa ülkelerine doğru yolculuğa zorunlu kıldığı savunuldu.

Uluslararası toplumun gerekli sorumluluğu almadığı konusunda ortaklaşılan sunumlarda, 2015 yılında çoğunluğu Türkiye üzerinden olmak üzere Avrupa’ya geçmeye çalışanlar ve hayatını kaybedenlerin sayısının tarihteki en yüksek düzeye çıktığına vurgu yapıldı.

Bölgede yaşanan mülteci sorununa dair konuşmalarda, mültecilerin yoğun olarak yaşadığı Türkiye, Lübnan, Ürdün gibi ülkelerde bir çok haktan mahrum kaldıkları, bu ülkelerde temel haklara erişimin de her geçen gün daha da zorlaştığı eleştirisi getirildi. Mültecilerin büyük bölümünün sağlık desteği gerektiren fizyolojik ve psikolojik sağlık sorunları yaşadıkları, ancak gereken desteğe ulaşabilenlerin sayısının oldukça düşük olduğu belirtildi.

Mültecilerin içinde bulunduğu yaygın yoksulluğun ve kötü çalışma koşullarından, kadın ve kız çocuklarının cinsel istismara maruz kalmalarından bahsedildi. İçinde bulundukları yasal güvencesizliğin ise mültecilere yönelik cinsel saldırıların ve diğer hak ihlallerinin kayıtlara geçmesine ve adalete erişime dair büyük engel teşkil ettiği belirtildi.  Aynı zamanda konuşmacılar, yine Türkiye, Ürdün, Lübnan gibi ülkelerin her ne kadar “açık kapı politikası” yürüttüklerini söyleseler de her geçen yıl bu kapıları kapatan adımlar attıklarını, Suriye’den bu ülkelere yasal ve güvenli erişimin artık nerdeyse imkansız olduğunu vurguladılar.

 Konferansın ilk bölümünde ayrıca "göz ardı edilen" bir bölge olarak Kıbrıs'ta mülteciler açısından yaşanan hak ihlallerine de değinildi. Kıbrıs’ın ikiye bölünmüş olması ve Kıbrıs’ın kuzey bölgesinin hukuki statü belirsizliğinin burada keyfi uygulamalara neden olduğu belirtildi. KKTC yönetimi her ne kadar uluslararası sözleşmelere taraf olduğunu açıklasa da uluslararası arenada tanınmadığı ve yerel bir sığınma mekanizması olmadığı için mültecilerin sığınma olanaklarına erişimde ve temel haklara erişimde büyük problemler yaşadığı anlatıldı. 

Konferansın "Türkiye'deki Mültecilerin Durumu" başlıklı ikinci oturumunda, Türkiye’deki mültecilerin durumu farklı boyutlarıyla ele alınarak tartışıldı. Türkiye'nin tarihinin en büyük mülteci nüfusuna ev sahipliği yaptığı bu dönemde, Suriyeliler ve diğer ülkelerden gelen mültecilerin toplam sayısının 3 milyonu geçmiş durumda olduğu belirtildi. Türkiye'nin açık kapı politikasını devam ettirdiğini her fırsatta dile getirmesine rağmen, yaklaşık 3 yıldır pasaportu olmayanların Türkiye’ye resmi ve güvenli yollardan geçmelerinin mümkün olmadığının altı çizildi.

Bu oturumda konuşmacılar, Türkiye’de Suriyeli mültecilerin sınırdışı edilmeleri veya gönüllü geri dönüşe mecbur bırakılmalarının söz konusu olduğu ve Türkiye’ye girmeye çalışan insanların geri püskürtme uygulamalarına maruz kalmalarından örnekler verdi. Konuşmacılar tarafından, sınırda dövülen ve ateşli silahlarla vurulan mülteci vakalarının olduğu, bunun yanında yine Türkiye’deki mültecilerin sağlık, eğitim, barınma, çalışma gibi bir temel haklara erişimlerde beşinci yılın sonunda halen büyük sorunlar olduğu belirtildi.

Konferansın "Uluslararası Toplum ve Mülteciler" başlıklı üçüncü oturumunda başta AB olmak üzere uluslararası toplumun tarihin en büyük mülteci nüfusuna verdiği yanıt masaya yatırıldı. Konuşmacılar bu oturumda, bu önemli mülteci nüfusu karşısında AB'nin mültecilerin ve sığınmacıların kendi topraklarına gelmelerini engellemek için önlemleri arttırmaya karar verdiğini, dikenli teller, hendeklerle sınırlarını güçlendirerek güvenli geçiş imkanını ortadan kaldıran politikalar geliştirdiklerini belirttiler.

Son dönemde yaşananların, AB’nin mültecilerin korunması sorumluluğunu kendisi dışındaki başka ülkelere atma tarihçesine bir örnek daha olduğunu vurgulayan konuşmacılar, AB2nin sadece Türkiye'yi değil, Fas’ı da bu şekilde sorumluluğundan kurtulmak için kullandığı yorumunu yaptılar.

AB ile Türkiye arasında 18 Mart tarihinde imzalanan anlaşma da oturumda vurgulandı. Göçmen ve mültecilerin Yunanistan üzerinden Türkiye’ye geri gönderilmesini düzenleyen anlaşmaya değinilen oturumda, bu geri göndermelerin Türkiye’nin güvenli ülke olduğu varsayımına dayandığı belirtildi.

Oturumda, 18 Mart anlaşması ve bu anlaşma çerçevesinde Türkiye’ye geri göndermelerin açıkça hukuka aykırı olduğu, AB’nin Türkiye’ye vaat ettiği paranın nereye harcanacağının belli olmadığı gibi eleştiriler sıralandı.  Daha fazla gözaltı merkezi yapılmamasının gerektiği, verilecek mali desteğin de mültecilerin temel haklara erişimini kolaylaştırmasının sağlanması için kullanılması konusunda görüş belirtildi.

AB ve Türkiye'nin söz konusu anlaşma ile insan kaçakçılığını ve düzensiz geçişlerin engellenebileceğini düşündüğünü, fakat düzenli ve güvenli geçiş olanakları sunulmadığı için bu konuda başarı sağlamanın zorluğu belirtildi. Yunanistan’a ulaşan mültecilerin etkili bir sığınma sistemine ve adli yardıma erişimlerinin olmadığı, sığınma başvurularının sağlıklı değerlendirilmediği, buna rağmen başvurusu reddedilenlerin Türkiye’ye geri gönderilme riski altına olduğuna vurgu yapıldı.

Yine konuşmacılar tarafından, AB – Türkiye anlaşması kapsamında mültecilerin takas edilmesinin kabul edilebilir bir uygulama olmadığına, bunun mülteci hukukunun çöküşü anlamına geldiğine dair yorumlar yapıldı. AB ve diğer devletlerin güvenli ülke tanımlarını, kriterlerini ve mekanizmalarını sorumluluktan kaçınmanın bir hukuki aracı olarak kullandığı yönünde fikir belirtildi.

Yapılan sunumlarda, Türkiye'nin 2013 yılına kadar genelgelerle göç alanını düzenlediği ve bu nedenle hak ihlallerinin çok daha sistemli olduğu söylendi. AİHM'in birçok davada Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni ihlal ettiği tespitini yaptığı hatırlatıldı. 2013 yılında yasal düzenleme yapılmasının çok önemli bir adım olduğu vurgulandı ancak insan hakları ihlallerini önleyecek daha köklü politikaların gerekliliği tespiti yapıldı.

AB’nin Türkiye ile yapmış olduğu anlaşmanın Libya örneğinde olduğu gibi adaletsiz olduğu, AB’nin sorumluluklarından kaçma yolu olarak kullanıldığının bir örneği tespiti yapıldı. Türkiye’de mültecilerin barınma ihtiyacı sürerken tüm yatırımların gözaltı merkezi yapımında kullanılmasının endişe verici olduğuna değinildi. Konuşmacılar, Türkiye’deki ve Yunanistan’daki geri gönderme / alıkoyma merkezlerinin koşulları ve idari gözetimin uygulamalarına dair büyük ihlaller ve hukuksuzlukların söz konusu olduğunu savundular.

Konferansın "Türkiye 'güvenli ülke' mi?" başlıklı son oturumunda ise güvenli ülke tartışmaları ekseninde Türkiye’deki insan hakları durumu tartışıldı. Konuşmacılar, Türkiye’deki yaygın insan hakları ihlalleri nedeni ile halen Türkiye’den Avrupa ülkelerine sığınma başvuruları gerçekleştirildiğini ve önemli bir oranının da mülteci kriterlerine uygun kabul edildiğini vurguladılar. Türkiye’de işkence, yaşam hakkı, ifade ve basın özgürlüğü gibi hak ihlalleri sonlanmadan güvenli kaynak ülke tartışmasının yapılması mümkün olmadığı belirtildi.

Türkiye’nin Doğu bölgelerinde ilan edilen sokağa çıkma yasakları ile yüz binlerce insanın yerinden edildiği, yüzlerce kişinin yaşamını yitirdiği ve her türlü insan hakkı ihlalinin yaşandığına vurgu yapıldı. Konuşmalarda, Türkiye’de bu hak ihlallerinin gün geçtikçe arttığı, ifade ve basın özgürlüğüne yaklaşımın, muhaliflere karşı tutumun ve Türkiye’deki genel insan hakları ihlallerinin Türkiye’nin 'güvenli bir ülke' olmadığını gösterdiği savunuldu.

Türkiye’de yargı bağımsızlığının ortadan kalkmış durumda olduğu, kamu görevlilerinin işlediği suçlarda ise yaygın bir cezasızlığın söz konusu olduğu belirtildi. Tüm bu ihlaller yaşanırken Türkiye’nin “güvenli kaynak ülke” olduğu tartışmasının oldukça yanlış olduğuna dair görüşler bile getirildi.

Uluslararası Af Örgütü ve Rosa Luxemburg vakfı, iki gün süren konferansta gerçekleştirilen tüm konuşmaların ve tartışmaların deşifresini ve tam metinlerini içerecek bir kitabı önümüzdeki aylarda yayımlayacak.